Halkın Menfaatleri Çerçevesinden Bir WikiLeaks İncelemesi: Diplomatik Telgraflardan Neler Öğrenebiliriz?

Dünya gündemindeki devrim enflasyonunun İnternet ayağının en önemlilerinden olan WikiLeaks nispeten kısa bir süredir ana akım gündemi yoğun bir şekilde meşgul etmesine rağmen, aslında yayın hayatına 2006 yılında başlamış, kâr amacı gütmeyen bir organizasyon. Amacı umuma açık olması kamu yararına olan belgelerin anonim bir şekilde paylaşılabilmesini sağlamak ve bu belgeleri kontrol ederek yayına hazırlamak olan WikiLeaks, kurucusu Julian Assange’ın sözleriyle, araştırmacı gazeteciliğin en önemli gereği olan veri için açık ve erişilebilir bir kaynak olmayı amaçlıyor.

Giriş

Kuruluşundan bu yana geçen süreçte araştırmacı gazeteciliğe kazandırdığı sinerji ile WikiLeaks bu tip girişimlerin toplumsal hareketlerin etkin bir bileşeni olarak vazife görebileceğini gösterdi. Örneğin 2007 yılında Kenya seçimlerinden önce ortaya çıkan ve Kenya cumhurbaşkanına kadar uzanan yolsuzluklarla ilgili belgeyi (http://tinyurl.com/wikileaks-kenya) yayınlayan WikiLeaks’in seçim sonuçları, ve sonrasında Kenya’da yaşanan kriz üzerinde büyük bir etkisi olduğu düşünülmekte. Kilit olaylara bir diğer örnek ise İzlanda’nın Kaupthing Bankası ile igili ekonomik kriz sonrası yayınlanan yolsuzluk raporuna (http://tinyurl.com/wikileaks-izlanda) verilen kamu tepkisinin büyüklüğü olabilir; nitekim İzlanda’nın kriz sonrası geçirdiği değişim düşünüldüğünde, WikiLeaks’in de bu dönüşümde katkısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. WikiLeaks’in Dünya gündeminin dikkatini çeken diğer çalışmaları arasında Japonya’nın kamudan gizlediği ve sessizce bastırmaya çalıştığı nükleer santral sızıntı raporlarını yayınlamak, Kopenhag çevre kriterlerinin G8 üyesi ülkeler tarafından gizlice değiştirilmeye çalışıldığına işaret eden dokümanları ortaya çıkarmak, Avustralya hükümetinin içinde birçok yasal sitenin de yer aldığı ve keyfi bir şekilde hazırlandığı belli olan gizli İnternet sansürü listesini açklamak gibi çok uluslu bir yelpazede irili ufaklı hemen her kesimi ilgilendiren belge ve dokümanlar sayılabilir.

Bununla beraber birçok kişi WikiLeaks’in adını ilk olarak 2010 yılında yayınladığı ve Amerikan ordusuna ait bir helikopterin Iraklı siviller ve iki Reuters muhabirini öldürdüğü görüntüler ve telsiz konuşmaları ile duydu. Sonrasında Afganistan savaşı sırasında Amerikan askerlerinin içinde masum Afgan sivilleri öldürdüğüne dair belgelerin de bulunduğu 80.000′e yakın askeri kütüğü, hemen ardından içinde yaklaşık 400.000 belgenin bulunduğu Irak Savaşı kayıtlarını, Nisan 2011′de ise Amerika’nın terörist eylemlerle bağlantılı olduğu düşünülen kişileri gözetim altında tuttuğu ve işkence iddiaları ve insan hakları ihlalleri nedeniyle de defalarca gündeme gelmiş olan Guantanamo Hapishanesi’ndeki tutuklular ile ilgili, içinde yaşları 14 ile 90 arasında değişen 150′den fazla masum Afganistan ve Pakistan vatandaşının insan haklarına aykırı bir şekilde göz altında tutulduğunu gösteren belgelerin de yer aldığı 800′e yakın gizli dosyayı kamu ve çeşitli basın kuruluşları ile paylaştı.

WikiLeaks’in en son bombası ise, ABD’nin büyükelçiliklerinde hazırlanmış olan çeşitli gizlilik seviyesindeki 250.000′in üzerindeki diplomatik telgrafı ele geçirmek ve ‘Cablegate’ adıyla yayınlamaya başlamak oldu. Alabildiğine bilgi içeren bu telgrafları bir süreç halinde yayına açan WikiLeaks, geçtiğimiz Eylül başında bu süreci tamamladığını duyurarak tüm telgrafları erişime açtı: http://wikileaks.org/cable/.

***

WikiLeaks son iki yıl içerisinde yapısal anlamda büyük bir değişim yaşadı. 2010 yılından önce ilgilendiği ve önem verdiği olayların ölçekleri bir çeşitlilik arz ederken, WikiLeaks’in 2010 yılından sonraki faaliyetlerinin ABD ile sınırlı bir çerçeveye oturduğunu görüyoruz. Bununla beraber bu yazının amacı WikiLeaks içerisinde yaşanan değişimi ve bunun sebeplerini irdelemek, WikiLeaks’i desteklemek, ya da WikiLeaks’in karşısında olduğu hükümetlerin karşısında bir tavır sergilemekten ziyade, nispeten fırsatçı bir yaklaşım ile ‘Cablegate’ ile ortaya çıkan diplomatik telgraflardan neler öğrenebileceğimizi irdelemek.

WikiLeaks’in ortaya çıkardığı diplomatik telgraflar -birçok ülkenin yanında- Türkiye’nin Amerika’dan nasıl göründüğüne dair de önemli perspektifler sunuyor. Bu perspektifler bizlerin, yani sıradan halkın, diğer türlü hakkında fikir sahibi olamayacağı konular ile ilgili başka kanallardan elde edimesi güç ipuçları veriyor.

Diplomatik telgraflar içerisinde yer alan bilgilerin doğruluğu ve isabeti şüphesiz dikkatle değerlendirilmeli. Fakat gereksiz detaylardan arındırıldığı durumda telgraflar içerisindeki bilgiler Türkiye’nin, siyasi söylemin ve bürokrasinin dolambaçlarından nispeten arınmış bir berraklıkta görülmesini sağlama potansiyeline sahip.

Üzerinde durulmayı hak eden bir diğer ilginç nokta 7,918 adet telgraf ile ABD’ye en fazla diplomatik telgraf gönderen yerin Ankara büyükelçiliği olması. Bu bir taraftan ulaşılabilecek bilgi çeşitliliğine, diğer taraftan ise bu bilgilerin anlaşılır bir şekilde düzenlenebilmesi için gereken iş gücünün miktarına dair bir ipucu.

Bu yazıyı kaleme almaktaki temel amacımız, bu telgraflar arasından Türkiye’yi ilgilendirenleri ile ilgili bir tartışma ve inceleme başlatmak, ve toplumun dikkatini bu olaya çekmek.

Bu amaçla, yazının takip eden kısmında bu telgrafların birkaçını üç başlık altında bir miktar irdeleyeceğiz.

Bu üç başlıktan ilki, Türkiye’ye dair siyasi bir gözleme yoğunlaşıyor. Bu başlık altında Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine dair telgrafta yer alan tespitlerin yanında, dönemin ABD büyükelçisi Edelman’ın AK Parti (AKP) hükumetinin çizgisi ile ilgili yorumlarını okuyacaksınız.

İkinci başlık, sizlere ABD’nin ilaç şirketlerinin çıkarlarına hizmet edecek ilaç regülasyon mekanizmalarını hayata geçirmesi için takındığı tavra ışık tutan telgrafların yanında konuya uzak olanlar için patentlerinin topluma olan zararlarına dair bilgiler sunuyor.

Üçüncü başlık altında ise Türkiye gündemini de dönem dönem meşgul eden genetiği değiştirilmiş gıdalar konusunda nelerin tartışıldığını herkesin anlayabilmesi için kaleme alınmış bir giriş, ardından da ABD’nin gıda sektöründe söz sahibi olmak için yaptığı manevralar, ve bunların Türkiye’yi ilgilendiren kısımlarına dair çarpıcı detaylar mevcut.

Söz etmek için seçtiğimiz örneklerin siyaset okurları, ülkenin halet-i ruhiyesini anlama çabasındaki analistler ve halkın menfaatlerini gözeten aydınlar için WikiLeaks’in gün ışığına çıkardığı diplomatik telgrafların nasıl bir hazine arz ettiğine dair fikir vereceğini ümit ediyoruz.

Türkiye’nin Siyasi Atmosferine Dair Samimi Perspektifler

WikiLeaks’in ortaya çıkardığı telgrafların çok ciddi bir kısmını gönderildikleri ülkenin siyasi nabzını tutmak ve ülke gündemini takip etmek için kaleme alınmış raporlar teşkil ediyor. Bu raporlara günlük gazetelerde yer alan manşetlerin rutin özetlerinden, halk, siyasetçiler ve siyasi hareketlerin derinlemesine analiz edildiği belgelere kadar geniş bir yelpazede rastlamak mümkün.

Türkiye’deki siyasi atmosferin ABD’den daha net bir şekilde anlaşılabilmesi için hazırlanan raporlardan birisi, ABD’nin Irak işgali nedeniyle Türkiye’deki ABD karşıtlığının yüksek olduğu bir dönemi de içine alan 2003-2005 yılları arasında ABD başkonsolosluğu yapmış olan Eric S. Edelman (http://en.wikipedia.org/wiki/Eric_S._Edelman) tarafından hazırlanan, ve başkanlığını yaptığı AK Parti’nin (AKP) 2 yıllık iktidarının ardından Türkiye’nin çiçeği burnunda başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliği, yakın çevresi, medya ilişkileri, halk nazarındaki popülaritesi ve kendisine karşı muhalefetin yetkinliğinin irdelendiği gizlilik derecesi yüksek bir telgraf (http://tinyurl.com/04ANKARA7211).

Edelman’ın gönderdiği telgraftaki tespitler Erdoğan’ın ve başlattığı siyasi hareketin gidici olmadığı, Erdoğan’ın gelecek on yıllık planlarda hesaba katılması gereken bölgesel bir lider olduğunu ifade ediyor. Nitekim, 2004 yılından sonraki süreçte Erdoğan, dış politikada daha önce benzeri görülmemiş açılımların mimarı olmayı başardı; Erdoğan ile beraber Türkiye-Yunanistan ilişkileri Erdoğan’ın girişimleri ile askeri ve siyasi anlamda normalleşmeye başladı: net bir sonuç çıkmasa da AKP’nin Kıbrıs’ta birleşme referandumuna açık desteği ile tartışmaya açılan Kıbrıs sorununu iki ülkenin eş zamanlı bir şekilde gündemlerine alması, NATO içerisinde ortak barış gücü oluşturma anlaşmasının imzalanması gibi adımlar Türkiye ve Yunanistan arasında daha önceki yönetimlerin vesile olamadığı ılık bir diyalog zemini hazırladı. Türkiye’nin komşuluk ilişkilerinin tarihi sebeplerle soğuk olduğu Rusya ile ilişkiler de daha önce örneği görülmemiş şekilde her iki ülkenin menfaatine hizmet edecek şekilde değişti: İki ülke tarihinde ilk kez başkan seviyesinde bir diplomatik ziyaret Rusya başkanı Putin’in Türkiye’yi ziyareti ile Erdoğan döneminde gerçekleşti. Bunu takip eden süreçte Türkiye ile Rusya arasında 2002 yılında 5 milyar dolar olan ticaret hacmi sonraki 8 yılda %600 artarak 30 milyar dolara çıkacak, Rusya Mavi Akım boru hattını Türkiye’den geçirmeye karar verecek, Türk enerji sektörünün kalkınması ve ordunun modernizasyonunda bir aktör olmak istediğini açıkça ifade edecek, Rus cumhurbaşkanı Medvedev Türkiye için “bölgesel ve uluslararası meselelerde en önemli partnerimiz” diyecekti. Öte yandan Suudi Arabistan, Suriye ve Irak ile ilişkilerde de tarihi değişiklikler yaşanacak, Erdoğan ve AKP, bir şekilde, İsrail’in Filistin sorunundaki tutumuna dair sert çıkışları, Obama’nın Amerika başkanlık yarışını kazanmasının ardından ziyaret etmek için seçtiği ilk ülke olması, BM çatısı altında ortaya atılan projeler ve uluslararası ara buluculuk girişimleri ile Türkiye’nin adının uluslararası arenada daha sık anılmasını sağlayacaktı. Bu bağlamda Edelman’ın 2004 yılı ve öncesindeki örüntüleri okumakta başarılı bir diplomat olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli.

Edelman’ın 2004 yılında yazdığı bu raporda dikkat çekici noktalardan bir diğeri de, Erdoğan’ın ve başlattığı siyasi hareketin gidici değil kalıcı olduğuna dair görüşlerini dayandırdığı üç temel nokta:

  • Bir grup elitist zevzekten mütevellit” olduğunu dile getirdiği CHP’nin başı çektiği muhalefetin AKP’ye karşı ciddi bir politik alternatif sunamadığı siyasi atmosfer,
  • Türkiye’de yürürlükte olan, genç ve lekesiz isimlerin politikaya girmesini zorlaştıran parti ve seçim yasası şeklinde karşımıza çıkan yasal düzen,
  • Erdoğan’ın ortaya koyduğu popülist ‘ezilen edebiyatı’ yanında, onu kayda değer bir alternatifin olmadığı bir ortamda halkın gönlünde bir kahraman haline getirmiş olan geleneksel ve dindar retoriği.

Geçen süreçte bu üç kalemde de herhangi bir değişimin yaşanmadığını, muhalefetin karşısına gerçekçi ve sürdürülebilir bir siyasi duruş ile çıkamadığı AKP’nin, Türkiye’nin gelişmişlik endeksi verilerinde yaşam standartlarının gerilediği görülen illerinde bile kazanmaya devam ettiği 2011 seçim sonuçları ile gördük (http://tinyurl.com/secim-analiz).

Bunların yanında büyükelçi Edelman raporunda AKP Liderliğinin bir takım sorunlardan muzdarip olduğunu da dile getiriyor ve AKP’nin etkinliğini kötü yönde etkileyen açmazlara dair görüşlerine yer veriyor.

Telgrafında bu açmazlardan ilkinin ‘bilgisiz, rüşvetçi, yoz ve dalkavuk‘ danışmanların demir perdesi ile izole olmuş Erdoğan’ın ‘karakteri’ olduğunu ifade eden Edelman, Erdoğan’ı “mutlak güce ve gücün geçirdiği materyal menfaatlere aç“, “parti içindeki diğer isimlere güvensiz, despot bir otoriter“, “İslamcı görüşün komplo teorilerine karşı zaaf sahibi“, “düşük kaliteli bilgi ve medya dezenformasyonundan görüş alan“, “sert tutumu ile AKP milletvekillerini bile kendisine yabancılaştıran” ve “pragmatist” bir kişi olarak resmediyor.

Edelman AKP ile ilgili açmazlar arasında ise AKP’li yönetici ve partiye yakın isimlerin gerçekleştirdiği yolsuzlukları, parti içi çekişmeyi, ve “bizden biri olsun” diyerek atması yapılan kalitesiz bürokratları sıralıyor. Kalitesiz atamalarla ilgili sözleri ise, atamalara AKP içinde de bir muhalefet olduğunu göseriyor olması açısından doğrudan alıntılamaya değer: “İçlerinde Savunma Bakanı Vecdi Gönül, gümrük eski müsteşarı Nevzat Saygılıoğlu ve Orman Bakanlığı eski müşaviri Abdurrahman Sağkaya’nın da bulunduğu bir çok üst düzey sivil yetkili bize Erdoğan’ın, devlet bürokrasisindeki en önemli mevki olan Başbakanlık Müsteşarlığı konumuna İslamcı bir akademisyen olan Ömer Dinçer’i atamasını ‘beceriksiz’, ‘önyargılı’ ve ‘cahilce’ olarak yorumladılar ve benzeri atamaları şaşkınlık ve dehşetle izlediklerini ifade ettiler“. Hakkında verilmiş intihal kararı ile YÖK tarafından meslekten men edilmiş, Ankara Birinci İdare Mahkemesi’ne yaptığı itirazı reddedilmiş (fakat Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduktan sonra YÖK tarafından meslekten men cezası sessiz sedasız affedilmiş olan) Ömer Dinçer’in, Erdoğan tarafından bu yılki seçimler sonunda, bu sefer Eğitim Bakanı olarak atandığını da hatırlamak gerek.

Edelman’ın bu siyasi perspektiflerin önem sırasını ABD’nin menfaatlerini etkileme potansiyeline göre sıralamış olduğu elbette unutulmaması gereken bir nokta. Bununla beraber bu analiz ve gözlemler Türkiye medyasında gür ve tarafsız bir şekilde dile getirilme cesareti gösterilememiş, etkilerinin halen devam ettiği görülebilen ileri görüşlü noktalar barındırıyor, ve ABD’nin Türkiye’ye dair planlarını hangi varsayımlara göre şekillendirdiğine dair fikir veriyor. Örneğin, Türkiye’de yönetimi elinde bulunduran partinin rüşvet ve yolsuzluğa yatkın isimler barındırıyor olduğu izlenimi, siyasi ve ticari menfaatler için bakan ya da siyasetçilere rüşvet teklif edilmesini (ki bir örneğine bu yazı içerisinde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar başlığı altında değinilecek olan Tarım Bakanlığı’na rüşvet verildiği iddiasında okuyacaksınız), ya da Erdoğan’ın güç ve otoriteye olan açlığının kendisine “daha fazla otorite hissi” vaat edilerek Türkiye’nin uluslararası duruşunun ABD çizgisine çekilebileceği çözümlerin alternatif olarak değerlendirilmesini mümkün kılmış olması çok muhtemel.

Son bir nokta olarak, Edelman’ın bu görüşleri bir araya getirmesi büyük olasılıkla çok zor olmadı. Bu telgrafta dile getirilen noktaların birçoğunun izlerine geçmiş medya arşivlerinde rastlamak mümkün olablir. Fakat buna benzer perspektifler derli toplu şekilde medya tarafından hiçbir zaman açıkça ve tarafsızca dile getirilmedi. Bu tür bir duruş sergilenebilse idi, AKP’nin kendi içinden yükselme cesareti bulacak bir muhalefet, parti ile ilişkili yolsuzlukların kınanmasına, ya da Erdoğan’ın danışmanlarının yetkinliğinin açıkça sorgulanmasına vesile olabilirdi. Bu noktada medyanın basiretsizliğine, iktidar karşıtı ve iktidar yanlısı medyanın insanları objektiflikten uzaklaştıran ve siyaset sahnesindeki gri renkleri yok sayan taraflı tutumuna da sitem etmek gerekli.

Türkiye’nin iç işlerine dair önemli perspektifler barından nice telgraf arasından rasgele seçilerek bu başlıkta irdelenmiş olan telgrafın tamamının Türkçe çevirisine bu adresten ulaşabilirsiniz:

https://plus.google.com/116486142678525875639/posts

İlaç Patentleri ve Siyasi Baskı ile Şekillenen Market

İlaç sektörü, gıda, savunma, enerji ve bilişim sektörleri gibi uluslararası siyasetin önemli kalemlerinden birisi. Zira sağlık sektörünü başka ülkelere de ihraç edebilen ülkeler, ekonomik avantajların yanında, sağlık gibi temel bir alanda diğer ülkelerin kendilerine olan bağımlılığını da garanti altına almış oluyorlar. Bu sebeple WikiLeaks belgeleri arasında ABD’nin kendi sağlık sektörünün menfaati için gerekli olan yasal düzenlemelerin diğer ülkeler tarafından gerçekleştirilmesi konusunda büyük çaba sarf ettiğini görmek sürpriz değil. Öte yandan açılan WikiLeaks belgelerinde ilaç şirketleri ile ilgili gönderilmiş 240 telgrafın 76’sının Türkiye ile ilgili olması, ve bu rakamın Türkiye’yi diğer tüm ülkelerin önünde birinci sıraya oturtması bir miktar sürpriz olabilir. Türkiye’yi ikinci sırada takip eden Tayvan, sadece 21 telgrafa sahip (http://keionline.org/node/1210).

İlaç sektörü çok ciddi satış rakamlarına ulaşabilen bir sektör. Dünyanın en büyük ilk 15 ilaç şirketinin sadece 2008 yılındaki satışlarının toplamı 385 milyar doların üzerinde. Biyoteknoloji alanda önder ülkelerden birisi olan ABD’de konuşlanmış ilaç şirketleri ise aynı yıl gerçekleştirdikleri 170 milyar dolarlık satış ile bu ekonominin yaklaşık %44’lük bir kısmına sahipler. Bu şirketlere Avrupa ve Japonya merkezli şirketleri de eklediğimizde ise bu rakam %77’yi buluyor.

İlaçların insan hayatındaki geçmişi orta çağa kadar uzanıyor. Öte yandan 20. yüzyılın ilk çeyreğinde insülin ve penisilin gibi keşifler ile ilaçların toptan üretildiği ve satıldığı ürünler halini alması, ikinci çeyrekte ise genetik alanında yaşanan muazzam gelişmelerin son derece karmaşık ve etkin ilaçların üretilebilmesine olanak sağlaması ile ilaç sektörü kısa sayılabilecek bir sürede anormal bir ivme kazandı. Bu ivme ile büyüyen marketten maksimum pay koparmak isteyen şirketlerin arasındaki rekabet ise, ‘patent’ yasalarının ilaç sektörü özelinde yeniden şekillenmesine sebep olan önemli faktörlerden.

Bugün itibarı ile ilaç patentlerine dair yasal düzenlemeler bir ilaç içerisinde kullanılan kimyasal maddelerin -ya da ilacın üretim metodunun- kullanım hakkının 20 yıl boyunca tek bir şirketin tekelinde kalmasını sağlarken, patent sahibi şirketin izni olmaksızın başka şirketler tarafından bu kimyasal maddeleri kullanan ilaçların üretilmesini kanunen yasaklıyor. Bu da ucuz alternatiflerin üretilmesinin önünü kapatırken gelişmekte olan ülkelerin alım gücü düşük vatandaşlarının ilaçlara olan erişimini kısıtlıyor. Mart 2001′de birçok çokuluslu ilaç şirketinin bir araya gelerek AIDS salgınının yaşandığı Güney Afrika’da HIV virüsüne karşı geliştirilen ucuz ilacın patentlerini ihlal ettiği gerekçesi ile dava etmiş olması bu duruma çarpıcı bir örnek (Cipla isimli şirket tarafından üretilmiş olan HIV ilacı ihlal ettiği patent sahibinin ilacının kırkta biri fiyata satılıyordu).

İlaçlar için özel ve uzun soluklu patent yasalarının gerekliliğini savunan ilaç şirketlerinin savunması, ilaç sektörünün araştırma ve geliştirme faaliyetlerine yaptığı harcamaları karşılayabilmesi ve yeni çözümler icat etmeye devam edilebilmesi için uzun süreli ticari korumanın zaruri olduğu. Bu savunma aynı zamanda ilaç patentlerini diğer buluşlara verilen patentlerden farklı değerlendirmeyen ABD’de 1984’te başlayan ve ilaç patentlerinin bugünkü şeklini kazanmasına sebep olan lobicilik faaliyetlerinde de öne sürülen başlıca mazeret. Fakat uzun yıllar boyunca patent yasalarının söz konusu olmadığı Avrupa ülkelerinin ilaç üretimi konusundaki başarısı patentlerin gerekliliğinin icatların devamı için gerekli olmadığına dair önemli bir gösterge (http://www.dklevine.com/papers/ip.ch.9.m1004.pdf).

Elbette ilaç patentlerinin tam anlamı ile geçerli olması için dünyanın hemen her yerinde aynı şekilde algılanıyor olmalarını ve devletlerin bu yasaların uygulaması noktasında kararlı olmasını gerekiyor.

Türkiye, biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri olduğu gibi ilaç patentleri ile ilgili gelişmeleri de nispeten geriden takip etmiş. Türkiye’de ilaçların ilk olarak patent yasası kapsamına girmesi 1995 yılında yürürlüğe giren 551 sayılı kanun hükmünde kararnameye dayanıyor. Aynı zamanda Dünya Ticaret Örgütü’nün 1 Ocak 1995 yılında kabul ettiği Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması kapsamında patent başvurularını kabul etmekte ve Dünya Ticaret Örgütü’nün belirlediği standartlar çerçevesinde değerlendirme ve koruma teminatı vermekte.

Bununla beraber WikiLeaks’in paylaştığı diplomatik telgraflar Türkiye’deki patent yasalarının ve düzenlemelerin Türkiye pazarına girmeye hevesli ABD merkezli şirketlerde ciddi bir rahatsızlığa sebep olduğunu göstermekle kalmayıp, ilaç şirketlerinin istedikleri kanuni düzenlemelerin Türkiye’de hayata geçmesini sağlamak için ABD’nin diplomatik baskı makinesini nasıl kullandıklarına dair önemli ip uçları da barındırıyor.

***

2006 yılında gönderilmiş olan 06ISTANBUL1209 numaralı telgraf, İstanbul’da yapılan görüşmelerde ABD’li ilaç şirketleri temsilcilerinin büyükelçi Wilson’a Türkiye’deki sağlık bürokrasisinin şeffaf olmayışı ve patentleri koruma konusundaki yetersizlik sebebiyle duyulan rahatsızlığı dile getirdiklerini ve ABD’li şirketlerin Türkiye’deki ilaç marketine erişiminin güçlüğünden bahsettiklerini öğreniyoruz (http://tinyurl.com/06ISTANBUL1209). Telgrafta geçen dikkate değer bir diğer ayrıntı, dünyanın en büyük 10. ilaç şirketi olan Lilly’nin yöneticisi Jeremy Morgan’ın Türkiye’de fikri mülkiyet haklarını koruma konusunda adımlar atılması, regülasyonlar konusunda şeffaflık ortaya koyulması ve üretim konusundaki kısıtlamaların -ilaç şirketlerinin menfaatine olacak biçimde- kaldırılması için Amerika’nın diplomatik gücünü kullanarak Türkiye’ye baskı yapmaya devam etmesini istemesi. Telgrafta ifade edildiği şekliyle, Morgan’a göre ancak bunlar gerçekleştiği taktirde ABD’li ilaç şirketlerinin Türkiye’de büyük yatırımlar yapmasının önü açılabilecek.

2009 yılında gönderilmiş daha güncel bir telgraf olan 09ISTANBUL173’te de ABD’nin Türkiye’deki patent yasalarını ilaç şirketlerinin beklentileri doğrultusunda değiştirme konusundaki kararlılığının sürdüğünü öğreniyoruz (http://tinyurl.com/09ISTANBUL173). Telgrafta belirtildiği üzere ilaç şirketlerinin Türkiye’deki temsilcileriyle buluşan büyükelçi Jeffrey, Türkiye’de sağlık sisteminin yoksul nüfusun menfaatleri doğrusunda sosyal devlet koruması altında olduğunu, bu nedenle de hassas bir konu olduğunu belirtiyor. Ancak buna rağmen Türkiye devletinin fikri mülkiyet haklarını koruma altına alarak “kurallara göre oynaması” gerektiğini, aksi takdirde şirketlerin Türkiye’ye yatırım yapmaları için bir nedenleri olmadığını dile getiriyor. Telgrafın en çarpıcı noktalarından birisi ise büyükelçi Jeffrey’in Türkiye’deki patent yasalarında reformlar yapılması için hükumeti ikna etmeye çalışacağını taahhüt etmesi. Bu arada telgraflarda sürekli dile getirilen bir diğer rahatsızlık da Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın patentli olan ve ucuz alternatifi bulunmayan ilaçlar için indirim isteği konusunda çok ısrarcı olması.

***

Telgraflardan anlaşıldığı kadarıyla patent yasalarının yanında Türkiye’ye dair bir diğer rahatsızlık noktası veri münhasırlığı güvencelerinin yetersizliği ile ilgili. Özellikle 06ANKARA5335 numaralı telgrafta bu rahatsızlıklar net bir şekilde dile getiriliyor, ve ilaç şirketlerinin Türkiye istenen adımları atmadığı sürece Avrupa Birliği’nin müzakereleri geciktirmesini istediğinden bahsediliyor (http://tinyurl.com/06ANKARA5335).

Devam etmeden önce veri münhasırlığı konusunun ilaç şirketleri ve halk açısından ne anlama geldiğine açıklık getirmekte fayda var.

Bir ilaç şirketi bir ilacı herhangi bir ülkede piyasaya sürmek istediğinde, hedef ülkenin sağlık ve ilaç kontrol ve düzenlemelerinden sorumlu kurumuna ilacın özelliklerine dair bilgiler sağlaması gerekiyor. Bu bilgilerden en önemlisi, “ilacın içerdiği etken maddenin klinik test sonuçları”. Klinik test sonuçları, çeşitli bilimsel yöntemlerle bir ilacın vaat ettiği iyileştirme özelliklerine sahip olup olmadığı, ve ilacın kullanımının başka sağlık sorunlarına yol açıp açmadığına dair temel bilgiler içerdiği için son derece önemli.

İlacın doğasına ve etkilerine dair gereken verilerin elde edilmesi için gerçekleştirilen klinik testler epey masraflı bir süreç. Dolayısıyla ilaç şirketleri çok masraflı olan bu süreç sonunda elde ettikleri sonuçların ilaca onay verecek kurumlar tarafından koruma altında tutmasını ve kimse ile paylaşmamasını istiyor. Bu ‘verilerin paylaşılmaması’ durumunun adı ise ‘veri münhasırlığı’ (‘data exclusivity’).

Veri münhasırlığı, benzer bir ilaç üretmek isteyen X firmasının, daha önce Y firması tarafından yapılmış test sonuçlarını kaynak göstererek benzer bir ilacı daha ucuza piyasaya sürmesini engelleme amaçlı. Bu pratik, ilaç fiyatlarının belli bir seviyenin üzerinde kalmasını, ve testleri gerçekleştirebilmek için altına girdiği maddi külfeti ilacı pahalıya satarak karşılamaya çalışan Y firmasının maddi zarara uğramamasını garanti altına alıyor. Zira, eğer X firması, Y firmasının ilacına benzer bir ilaç üretip ilaç düzenlemelerinden sorumlu kurumun beklentilerini karşılamak için Y firmasının klinik testlerini referans gösterirse, ilacın üretimini daha ucuza mal edeceği için Y firmasından daha cazip bir fiyata satabilir ve Y firmasını kar marjını daraltmak zorunda bırakabilir. Veri münhasırlığı güvenceleri bunun gerçekleşmesini engellemek üzerine kurulu.

Veri münhasırlığı ilk olarak 1987 yılında patent koruma yasaları yetersiz olan ülkelerdeki yabancı ilaç şirketlerinin çıkarlarını güvence altına almak üzere ortaya atılmış olan bir çözüm ve patentlere kıyasla veri münhasırlığı çözümünün market üzerindeki etkisi çok daha sınırlı. Zira veri münhasırlığı yasaları teorik olarak diğer ilaç şirketlerinin patentlerle korunmayan bir etken maddeden üretilmiş ilaçlar için kendi test portfolyolarını hazırlayıp başvuruda bulunmalarına ve ürünlerini piyasaya sürmelerine engel olmuyor. Fakat test sürecinin külfeti, ucuz ilaç çözümleri ile sürümden kazanmayı iş modeli olarak benimsemiş şirketlerin rakip olarak piyasaya benzer ilaçlar sürmesinin önüne önemli bir bariyer çekiyor. Uzun yıllar devam eden veri münhasırlığı güvenceleri ucuz ilaçların piyasaya çıkmasını geciktiriyor. Bu bağlamda veri münhasırlığı, ilaç şirketlerinin bedeli topluma ödetilen fikir mülkiyeti yarışında yatırımlarını finansal olarak güvence altına almak için devletlere kabul ettirmeyi başardıkları, patentlerle çizilen sınırları biraz daha genişletmek ve kalınlaştırmak için çoğunlukla yerel alternatiflerle rekabette yabancı şirketlerin elini güçlendirme vazifesi gören bir diğer araç.

İlk olarak patent koruma yasaları yetersiz olan ülkeler gerekçe gösterilerek ortaya atılmış olmasına rağmen bugün son derece sıkı patent koruma yasalarına sahip olan 27 Avrupa Birliği üyesi ülkenin bile 2004 yılından beri ilaç şirketleri için pratikte 11 yılı bulabilen veri münhasırlığı güvencesine yeşil ışık yakmış olması ilaç şirketlerinin hırsına dair bir ipucu. İlaç piyasasının önde gelen şirketlerine ev sahipliği yapan ABD’nin siyasi iradesini Avrupa devletlerini istediği yasaları çıkarmaya ikna etmekte kullanması ve hatta veri münhasırlığını Avrupa Birliği üyelik süreci müzakerelerinin olmazsa olmazı haline getirmesi, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin otomatikman ABD ticari açılımlarına hizmet eden politikaları aday ülkelere dayatan bir sisteme dönüşmesini de sağlıyor.

Bu açıklamalardan sonra 06ANKARA5335 numaralı telgrafa döndüğümüzde (http://tinyurl.com/06ANKARA5335), telgrafta Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın Avrupa Birliği tarafından veri münhasırlığı tanınmış 67 kalemden 45 tanesini kabul etmeyeceğini ifade etmiş olmasına dair rahatsızlığın sebebini anlamak kolaylaşıyor. Telgrafta ilaç şirketlerinin istenen noktaya gelinmediği sürece Türkiye ile müzakerelerin yavaşlatılması önerisinin yanı sıra, ilaç şirketlerinin Ankara’daki Avrupa Birliği temsilcilerinden “Avrupa Birliği’nin Türk hükumetine ‘sert’ bir yanıt göndermeyi planladığını” öğrendikleri bilgisi de yer alıyor. Sağlık Bakanlığı’nın veri münhasırlığını tanımayacağını ifade ettiği 45 etken maddenin 22 tanesi için gerekçesi, bu etken maddeleri kullanan ucuz ilaçların başvurularının 1 Ocak 2005 tarihinde yürürlüğe giren veri koruma yasalarından önce yapılmış olması. Fakat telgraf, Avrupa Birliği’nin sert yanıtında bu 22 ucuz alternatifin piyasaya sürülmesine onay vermeye hazırlanan Türk hükumetinin bundan vazgeçmesi yönünde bir çağrı da barındırıyor.

Görüldüğü üzere şirket menfaatlerini savunma noktasında gösterilen kararlılık, henüz yasal düzenleme ortada yokken yapılan başvuruların da yeni yasal düzenleme uyarınca reddedilmesi çağrısı yapmaya kadar varabiliyor.

İlaç şirketlerinin veri münhasırlığı hassasiyetinin bir kar artırma derdi olduğundan ve bu konudaki fikri mülkiyet haklarının güçlendirilmesinin yegane etkisinin tekelleri güçlendirme anlamına geldiğinden bahsettik. Bu durum basitçe eşdeğer ilaç üretimini baltalayarak fiyatları yüksekte tutacaktır. Ancak Türkiye özelinde bu durum sadece ilaç alan bireyleri etkilemiyor, sosyal güvenlik kapsamında devlet bu ilaçların fiyatlarını belirli şartlar altında karşılamakta. Bu noktada Türkiye’nin ilaç sektörünü ilgilendiren kararların sadece yoksul kesimi değil, vergi veren herkesi ilgilendirdiğini söyleyemek mümkün. Bu konuda devletin attığı her adımın ve yol açacağı sonuçların kamu tarafından takip altında tutulması azami önem taşıyor.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Organik Aydınlar

Takip eden paragraflarda hakkında daha fazla bilgi vereceğimiz “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” (GDO), ve bu teknolojinin endüstri temsilcileri, ABD’nin haklarını gözettiği ve yayılması için lobi yaptığı bir diğer önemli sektörü temsil ediyor ve Cablegate telgrafları arasında bu konudaki politikalara dair çarpıcı bilgilere ulaşmak mümkün.

GDO, genetik mühendisliğinin marifetleri ile değişikliğe uğratılmış, yani normal koşullarda doğada bulunmayan, fakat laboratuvar ortamında yaratılmış olan canlıların tümüne verilen isim. Genetiği endüstrinin ihtiyaçlarına göre değiştirilen canlı bir inek olabileceği gibi bir mısır bitkisi ya da bitkilerin gelişiminde rol oynayan bir bakteri de olabilir.

Genetiğinin değiştirilmesi ile bir canlıda ne tür bir değişikliğin meydana getirilebileceğine çarpıcı ve güncel bir örnek olarak inek sütü yerine insan sütü üreten inekler verilebilir. Bu yazının yayınladığı tarihten sadece birkaç ay önce yapılan bu deneyde insan genleri ile yeniden düzenlenen genomlara sahip mutant ineklerin, inek sütü yerine insan sütü ürettikleri gösterildi.

Bu uygulamaların ortaya çıkardığı etik kaygılardan bağımsız bir şekilde, doğru şekilde kullanıldığında GDO’ların çok faydalı olabileceğini düşünen bilim insanları da var. Lakin genetiği değiştirilmiş 42 ineğin 26 tanesinin doğumdan hemen sonra, 6 tanesinin ise doğduktan sonraki 6 ay içerisinde olmak üzere 32 tanesinin ölmüş olması, bir şeylerin çok dikkatle yeniden değerlendirilmesi gerektiğinin bir göstergesi.

Bir süredir zaman zaman Türkiye gündemini de meşgul eden konulardan olan GDO’ların hem insan sağlığı hem de doğaya olan etkileri açısından barındırdığı riskler bilimsel anlamda aktif araştırılan konulardan. Halen değerlendirilmekte olan riskler çok geniş bir yelpazeye dağılmış durumda. GDO’ların tüketimindeki artışın doğrudan ya da dolaylı yollarla kanser ve dejeneratif hastalıkların artmasına sebep olması, kullanılan teknolojinin süper-virüs evrimi için uygun altyapı oluşturması, hayvanların -ya da bitkilerin- daha hızlı büyüyüp daha fazla ürün vermesi için tasarlanmış büyüme hormonlarının çoğu durumda hayvanları -ve bitikleri- hastalıklara karşı dirençsiz kılması nedeni ile kullanılan antibiyotiklerin bu hayvanlardan elde edilen mamuller ya da tüketilen bitkiler ile insana geçmesi ve antibiyotiklere karşı dirençli bakterilerin güçlenmesine sebep olması, birbirinin tam kopyası olan tohumlardan elde edilen ürünlerin insan bedeninin yüz binlerce yıllık yolculuğu esnasında alıştığı varyasyondan uzak oluşu nedeniyle ortaya çıkabilecek kronik alerjilerin ya da doğum kusurlarının artması, ortalama yaşam süresinin azalması, böceklerin bitkiye zarar vermesini engellemek için tasarlanan ve bitkinin genomuna eklenen genlerden kodlanan proteinlerin insan hücreleri içinde takibi zor toksik özellikler göstermesi, tarım ürünlerinin besin değerinin düşmesi, diyetin radikal biçimde değişmesine bağlı rahatsızlıkların artması, ürün artışını sağlaması için kullanılan genetiği değiştirilmiş bakterilerin topraktaki nitrojen dönüşümünden sorumlu mantarları öldürerek doğal ve hassas toprak florasındaki mikrobiyal aktiviteyi sekteye uğratması ve bunun sonucunda toprağın veriminin düşmesi, genetiği değiştirilmiş canlıların gelişimine ön ayak olabileceği süper-haşereler ve süper-yabani otlar ile faydalı böceklerin, hayvanların ve diğer bitkilerin doğal yaşam koşullarını değiştirmesi, belki de hepsinden önemlisi, tohum çeşitliliğini öldürerek geri dönüşü olmayan bir genetik sığlığa yol açması değerlendirilen ve henüz net bir sonuca bağlanmamış risklerden sadece bazıları.

Bunların kimileri çeşitli bilim insanları tarafından risk seviyesinde ortaya atılmış ihtimaller de olsa, genetiği değiştirilmiş gıdaların siyasetçiler ve şirketlerin iddia ettiği kadar güvenli olmadığına dair bilimsel göstergelerde düzenli sayılabilecek bir artış söz konusu. Bu konuya şüpheyle yaklaşılmasının önemini gösteren araştırmalardan belki de kamuoyunda en çok yankı bulanlarından birisi, 2005 yılında The Independent isimli İngiliz gazetesinin ele geçirdiği ve haberleştirdiği 1,139 sayfadan oluşan, ve genetiği değiştirilmiş mısır ile beslenen farelerin normal mısır ile beslenenlerde gözlemlenmeyen şekilde iç organ yetmezlikleri sonucu öldüğünü gösteren gizli rapor (http://tinyurl.com/independent-gdo-raporu). Benzeri gelişmeler sonucunda Fransa Şubat 2008’de genetiği değiştirilmiş mısır tohumu kullanımını yasaklarken, Avrupa Parlamentosu bu yazının yazıldığı tarihlerden sadece birkaç ay önce (Temmuz 2011) Avrupa Birliği üyesi ülkelere genetiği değiştirilmiş gıdaların topraklarında üretilmesini yasaklama haklarını genişleten bir yasanın kapsamını genişletmeyi oy birliğiyle kabul etti.

Son derece ironik bir biçimde, yukarıda sözü geçen ve 2005 yılında basına sızmış olan gizli çalışmayı yürüten şirket, genetiği değiştirilmiş mısır tohumlarının dünya çapındaki en büyük üreticilerinden olan Monsanto.

ABD merkezli çok uluslu bir şirket olan Monsanto ABD’nin genetiği değiştirilmiş gıda pazarının %90’ına sahip ve bu alanda dünyanın önde gelen şirketlerinden birisi. Dolayısıyla kamuoyunu genetiği değiştirilmiş ürünlerin sağılıksız olmadığına dair ikna etme konusunda çok büyük bir efor harcıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu eforun içine yukarıdaki gibi raporların sonuçlarını kamuoyundan gizlemek, ya da GDO’ların aslında sağlıklı olduğunu iddia eden “aksi yönde bilimsel propaganda” faaliyetleri de giriyor. Amerika’daki siyasi lobicilik için Monsanto’nun sadece 2008 yılında 8 milyar dolar harcamış olması, hem şirketin büyüklüğü hem de ABD’deki siyasetçiler ile ilişkilerini ne kadar yakın tutmak istediğinin önemli bir göstergesi.

Fakat mevzunun ne kadar derin olduğunu, Cablegate ile ortaya çıkan raporları takip ettiğimizde anlıyoruz.

ABD’nin GDO’ların yaygınlaşmasından birden fazla çıkarı var. Biyoteknoloji alanında en gelişmiş ülkelerden birisi olarak, GDO’ların yaygınlaşması ile doğacak talep ABD merkezli çok uluslu şirketler ile karşılanacağı için ekonomik avantajlar, GDO’lara bağımlı ülkelerin sayısının artmasının gıda gibi son derece önemli bir pazarda ABD’ye söz hakkı verecek olması üzerinden doğacak siyasi avantajlar bunlar arasında sayılabilir. Nitekim Fransa’da 2008 yılında hayata geçirilen yasak öncesi gönderilen 2007 tarihli bir telgrafta Fransa’nın bu yönde atacağı bir adımın ABD için maddi kayba, bunun da ötesinde ABD’deki biyoteknoloji endüstrisi için çok büyük bir dezavantaja tekabül edeceğinden açıkça söz ediliyor (http://tinyurl.com/07STATE150199).

Fransa 2008 yılında Monsanto’nun ürettiği mısır tohumlarını yasakladıktan sonra, Almanya, Avusturya ve Arnavutluk’un da bu kararda Fransa’yı takip ettiği görülüyor. 2009 yılında ise “bu konuda bir şeyler yapılsın” girişi ile gönderilen bir telgrafta “iyi organize olmuş bir kampanya” nedeniyle GDO’lu mısır tohumunun İspanya’da da yasaklanması ihtimalinin gündemde olduğundan bahsedilirken “eğer İspanya düşerse tüm Avrupa onu takip edebilir” görüşlerine yer veriliyor (http://tinyurl.com/09MADRID482).

ABD GDO’lar konusunda o kadar kararlı ki, Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerdeki katolikler arasında GDO’lara karşı yaygın olan direnci kırmak için Vatikan’ı ve Papa’yı kullanmak için 2005’ten itibaren lobi faaliyetleri yürütmeye başlamış. Telgraflardan birisinde Vatikan kardinallerinden birisi olan Renato Martino’nun yardımcılarından birisinin Amerikan konsolosluğuna, Martino’nun Irak savaşı ve savaş sonrası ile ilgili eleştirilerini telafi etmek ve ABD hükümeti ile iyi ilişkilerini sürdürmek için GDO’lar konusunda olumlu bir tavır takınacağını dile getiriyor (http://tinyurl.com/05VATICAN514).

ABD’nin tek cephesi Avrupa değil. Telgraflar, ABD dışişlerinin GDO politikalarının ABD merkezli şirketlerin pazara girmesini engelleyecek yasalar çıkarmalarını engellemek üzerine yoğunlaştığını ve diplomatik olarak baskı yapılan ülkelerin geniş bir coğrafyaya dağılmış olduğunu gösteriyor. Bu telgraflar arasında dünyanın bir numaralı pirinç ihracatçısı olan Tayland’daki biyoteknoloji ve GDO karşıtlığını kırma girişimlerine (http://tinyurl.com/10BANGKOK111), Güney Afrika’da ABD çıkışlı GDO ürünlerinin kabul görmesi sürecini riske atan koşulların ortadan kaldırılması için atılan adımlara (http://tinyurl.com/10PRETORIA75), ABD prinç üreticilerinin Batı Afrika’daki en büyük marketi olan Gana’yı GDO’lu ürünlere sıcak bakan düzenlemeleri hayata geçirmeye ikna etmek için yürütülmesi planlanan diplomatik çalışmalara (http://tinyurl.com/10ACCRA58), Dr. Chassy’nin GDO’ya soğuk bakan İtalya’da gerçekleştirdiği GDO propagandasının medyadaki yansımalarına (http://tinyurl.com/05MILAN532) ve daha nicesine rastlamak mümkün.

Bununla birlikte ABD’nin GDO stratejisinin Türkiye çehresi, çok daha ilginç bir hikaye ortaya koymakta.

Genel olarak telgraflar, ABD’nin GDO’yu kabul ettirme stratejilerinden birisinin ‘hedef’ ülke içerisindeki GDO karşıtı grupların tespit edilmesi, ve Mosanto gibi şirketlerin ülkeye girmesine mani olan direnişi kırmak için kamuoyunun GDO’nun yararlarına dair bilgilendirilmesi olarak çizildiği anlaşılıyor. Bu genel strateji ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Eğer söz konusu karşıt grup bilim insanları ise, İtalya’da yapıldığı gibi GDO taraftarı bilim insanları konferanslara gönderiliyor. Eğer söz konusu halk ise, bu sefer de işin içine halkla ilişkiler giriyor.

Şubat 2005’te ABD büyükelçisi Edelman’ın Ankara’dan gönderdiği telgrafta “Türkiye’deki cahil kitlelerin” bilimsellikten uzak olduğuna dikkat çekildikten sonra büyükelçiliğin Türkiye’deki ilgili paydaşlara güncel ve bilimsel bilgi sunmaya devam edeceği, ayrıca kamunun “biyoteknolojinin ‘olumlu’ yönleri” konusunda bilgilendirilmesi için Bilim ve Teknik dergisi ile bağlantıya geçileceği söyleniyor (http://tinyurl.com/05ANKARA862). Bu telgrafın ardından, Eylül 2005 tarihli bir telgrafta (http://tinyurl.com/05ANKARA5425) “bütün bilimsel verilere rağmen GDO’ların güvenli olmadığına inanan kamu”nun fikrini değiştirmesi için İllinois Üniversitesi’nde bir mikrobiyolog olan Dr. Bruce Chassy’nin Türkiye’de çeşitli üniversiteleri ziyaretinin makam tarafından ayarlandığını okuyoruz. Chassy’nin ziyaretlerinde karşılaştığı tepkilerden ve bunların gerçeklere ne kadar aykırı olduğundan bahsederek devam eden telgraf, GDO karşıtı gruplardan yakınırken sağlık konusundaki eleştirilerin temelsizliğinden dert yanıyor. Telgrafın sonunda ise GDO’ların toplum ve devlet nezdinde kabul edilmemesinin nedeninin ‘ideolojik’ olduğu ortaya atılıyor.

Telgraf, Dr. Chassy’nin Türkiye ziyaretinin planlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu görev için Dr. Chassy’nin seçilmesi de bir rastlantı değil. Zira kendisi gıda şirketlerinin maddi olarak desteklediği araştırmalar yürütmüş ve bir çok kez Monsanto ve benzeri GDO şirketlerine seminerler vermiş bir isim (http://tinyurl.com/chassy-monsanto-iliskisi). Hazırladığı GDO yanlısı raporlarda bilimsel verileri çarpıtarak yanlış iddiaları doğru ve bilimselmişçesine sunduğu belgelenmiş olan Dr. Chassy (http://tinyurl.com/chassy-propaganda), kendisine yöneltilen “GDO’lu gıdalar güvenli mi” sorusuna “kesinlikle organik gıdalardan daha güvenli” şeklinde yanıt verebilen (http://tinyurl.com/chassy-roportaj), bilim insanı kimliği ile yaptığı açıklamalarla bizzat biyoteknoloji şirketlerinin propagandasını aklayan bir kişi.

Geri dönüp Cablegate telgraflarında rastladıklarımız paralelinde ülke gündemine tekrar göz gezdirdiğimizde son derece çarpıcı bir bilgiye ulaşıyor ve Dr. Chassy’nin Şubat 2005’te gönderilen telgrafta önerildiği gibi Bilim ve Teknik dergisine bir röportaj verdiğini görüyoruz (http://tinyurl.com/bilim-teknik).

Bilim ve Teknik’in Kasım 2005 sayısında yayınlanan bu röportaj kendi başına gözden kaçabilecekken, Cablegate bu hadisenin ABD’nin GDO ve besin sektörü ile ilgili halkla ilişkiler stratejisiyle bağlantılı olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Bilim ve Teknik dergisinin ne kadar kolay bir biçimde çok uluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda Türkiye’deki kamunun ve bilim insanlarının fikirlerini değiştirmek için kullanılabildiğini gözler önüne seriyor. Türkiye’nin yegane bilim kurumunun, ismiyle kamuda yılların güvenilirliğini çağrıştıran dergisi aracılığıyla, güvenliği konusunda bilimsel bir uzlaşmaya ulaşılmamış bir teknolojinin üzerindeki şüphelerin aklama derecesinde kaldırılması amaçlanan bir operasyonun aleti olduğunu görüyoruz.

Yine yukarıda bahsi geçen 05ANKARA5425 numaralı telgrafta (http://tinyurl.com/05ANKARA5425), Dr. Bruce Chassy’nin 10-11 Eylül 2005 tarihinde Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleşmiş olan Tarımsal Biyoteknoloji Sempozyumu’na olan katılımı ve buradaki tartışmaların bir raporu sunulmuş. Ancak Dr. Chassy’nin Türkiye rotası Sabancı Üniversitesi ve Bilim ve Teknik dergisi ile sınırlı değil. İnternette yapılan bir tarama Dr. Chassy’nin aynı dönemde birçok üniversiteyi ziyaret ederek, GDO’lar ile ilgili seminerler verdiğini gösteriyor. İstanbul’dan sonra İzmir, Ankara ve Adana’yı ziyaret eden Chassy, gezisinin Ankara ayağında aynı zamanda Anadolu Ajansına “Genetiğiyle oynanmış gıdalar zararlı değil” başlığıyla da haber olmuş (http://tinyurl.com/chassy-aa). Chassy’nin o dönemde gerçekleştirdiği ziyaretlerin bir listesi şöyle:

The Independent’ın ortaya çıkardığı raporun Mayıs 2005’te yayınlanmış olması, ve sadece birkaç ay sonra Dr. Chassy’nin Türkiye’ye gelerek GDO ile ilgili ortaya atılan sağlık çekincelerinin gerçek olmadığına dair iddiaları, çok uluslu şirket güdümlü ABD biyoteknoloji politikasının azmi ve acımasızlığının bir göstergesi.

GDO’lar ile ilgili kamudaki bilgi savaşlarından yakınan Dr. Bruce Chassy’nin GDO’lu tohumları bilimsel aklama çalışmalarına tepki göstermek bir yana, bu propagandaya alet olan medyası, üniversiteleri ve bilim kurumu, GDO’lu ürünleri verilen rüşvetler karşılığında denetlenmeden ülke markete girişine olanak sağlayan Tarım Bakanlığı personeli (http://tinyurl.com/tarim-rusvet) ile Türkiye, devleti, bürokratlarını ve temsil ettikleri halkı bilimsel açıdan cahil ve geri kafalı olarak resmeden ABD telgraflarını bir anlamda haklı çıkardığına şahit oluyoruz.

Dr. Bruce Chassy’nin neredeyse her demecinde takındığı bilimsellikten uzak reklamcı tavır, onun bir eksiği değil, bilakis bir özelliği. Nitekim devletin politika yapıcılarının şirket çıkarları uğruna kamu aleyhinde kararlar alabilmelerini kolaylaştıran yegane araçlardan birisi de iktidara gömülü organik bilim insanları. Dr. Chassy’nin ABD biyoteknoloji politikalarının kamu nezdinde kabul edilebilir noktaya getirilmesinde bir aracı olduğunu anladığımızda, şüphesiz onun Bilim ve Teknik dergisine verdiği röportajı incelemek ABD’nin tarım politikası söylemini anlamak açısından çok yol gösterici bir hal alıyor.

***

Monsanto ile ilgili gündem yaratmış bir diğer konu da patentine sahip oldukları ‘terminatör tohum’ teknolojisi.

Amerikan Tarım Bakanlığı ve Tarımsal Araştırma Ajansı’nın (Agricultural Research Sevice) ortaklığıyla geliştirilen ve 90’larda patentlenen bu teknoloji, genetiği değiştirilmiş olan tohumlarının tek kullanımlık olmasını garantiliyor. Bu yolla, GDO’lu ürünlerin tohumlarının tek tedarikçisi olması garanti altına alınmış ve sektörde tekelleşmenin, müşteri tarafında ise bağımlılığın önü açılmış oluyor.

Terminatör tohumların tarihine baktığımızda Monsanto’nun terminatör tohum kullanmayacağını açıkladığına rastlıyoruz. Dikkatle incelendiğinde, bu kararın arkasında pazarın ihtiyaçları ve pazarın doğasından ziyade çeşitli sivil toplum kuruluşlarının, yerli çiftçilerin ve çeşitli ülkelerin bu teknolojiye direnişinin olduğunu görmek mümkün. Özellikle tarım sektörü çok büyük ve yoksul olan olan Brezilya ve Hindistandaki hareketler, Monsanto’nun bu yönde bir geri adım atamasındaki en önemli etkenlerden (http://tinyurl.com/monsanto-terminator).

Öte yandan Monsanto’nun bu kararı terminatör tohum teknolojisinin hiçbir surette kullanılmayacağı anlamına gelmediği gibi, Monsanto çiftçilere imzalattığı fikri mülkiyet hakkı sözleşmeleriyle zaten tohum imhası gerekliliğini yasal bir yolla halletmiş bulunuyor. Bir yandan canlı organizmaların patentlenmesi gibi tartışmalı bir pratiğin sonucu olan GDO’lu tohumlar, diğer yandan kısıtlayıcı fikri mülkiyet sözleşmeleriyle tarım sektörünü sıkı bir kontrol altında tutmanın aracı oluveriyorlar.

Tohum saklama pratiklerinin şirketlerin eliyle yasaklanması ve Monsanto gibi şirketlerin tarım piyasasını kontrolü, genel olarak besin hakkının gaspı perspektifinden değerlendirilmeli. Bu konudaki en çarpıcı eleştiri, Birleşmiş Milletler Genel Asamblesi’nde besin hakkı Özel Raportörü Olivier de Schutter tarafından dillendirilmiş (http://tinyurl.com/schutter-rapor). Bu rapora göre fikri mülkiyet hakları sadece yoksul çiftçilerin hayatı idame şartlarını ellerinden almakla kalmıyor, aynı zamanda da besin fiyatlarını da tırmandırıyor.

Çok uluslu şirketlerin tohum patentlerinin yol açtığı sorunlar bir kaç ana başlık altında toplanıyor. Bunlardan ilki yoksul çiftçilerin maddi olarak tohumlara ulaşım sıkıntısı ve bu nedenle besine yoksul kesimlerin ulaşımının da zorlaşması. Bir diğer sorun ise fikri mülkiyet hakları sayesinde edilen karların araştırma geliştirme çalışmalarının devamını sağlayacağı iddiası. BM raporuna göre, şirketlerin yüksek kar getirecek gelişmiş ülkelerin tükettiği hasatların tohumlarına yönelmeleri, besin sıkıntısı yaşayan güney ülkelerinin ihtiyaç duyduğu ürünlerin araştırmaların yapılmamasına bu nedenle de besine ulaşım hakkına olumlu herhangi bir katkısı olmamasına yol açmakta. Son bir konu da, tarım biyoteknolojisi alanından canlı varlıkların patentlenebilmesi imkanının doğması vesilesiyle, belirli tohumların sermayedar şirketin mülkiyeti haline gelebilmesi, ve diğer şirketler veyahut bağımsız araştırmacılar tarafından tedrici bir araştırma konusu olmalarının engellenme riskinin ortaya çıkmış olması. Dolayısıyla bu bilgilerle konuyu tekrar değerlendirdiğimizde, daha önce bahsettiğimiz sağlık risklerini bir kenara bıraktığımız durumda dahi, GDO’lu tohumların ve ürünlerin şirketlerin söz verildiği gibi besin sorununu çözmesini beklemenin doğru olmadığı sonucuna ulaşıyoruz.

Velhasılı, GDO’lu tohumların elimizde olan telgraflardan Türkiye macerasını incelediğimizde kapitalizmin krizlerinin çok kritik bir kesişim noktası ile karşılaşıyoruz. GDO teknolojisinin özünde doğa ve canlılar üzerinde kurulan tahakkümü yatıyor. GDO’ların kullanımının hem insanlara, hem de doğrudan ve dolaylı olarak diğer canlılara ciddi zararlar vermesi olasılığı halen bilim çevrelerince tartışılan konular arasında yer alırken, bu gerçeğin kâr güdüsü ile yok sayıldığına ve inkâr edildiğine şahit oluyoruz. Bu ‘kamuoyu şekillendirilmesi’ harekatının neferleri olarak ise karşımıza şirket çıkarlarını bir bilim insanı olarak sahip oldukları sorumluluğun önüne koymakta tereddüt etmeyen isimler çıkıyor. Bilim insanı kimliklerinin sağladığı nesnellik kalkanının ardında, sermayeye gömülü olarak kitleleri iknaya ve iktidarı aklamaya girişen organik aydınların varlığı, bilim kurumlarının artık “kamu yararına bilgi kullanımı” prensibini ihlal ettiklerine rastlıyoruz.

WikiLeaks’in bu konuda bizlere sunduğu hizmet, tam olarak kamu yararı için ihtiyaç duyulan bilgi cinsinden. Bu bağlamda Cablegate’in GDO çehresi, bilgiye serbest erişimin bir lüks değil, kamunun kendi sağlığını ve refahını ilgilendiren konularda özgür olarak karar vermek için ihtiyaç duyduğu asgari gereklilik olduğunu açık ve seçik bir biçimde ortaya ortaya koyuyor.

Son Söz

WikiLeaks’in ortaya çıkardığı belgeler otoritenin ve özellikle ABD’nin büyük bir problemi olsa da, halklar için önemli bir aydınlanma kaynağına dönüştürülebilir. Bununla beraber bu belgelerin incelenmesi ve halk için önem arz edebilecek konuların olabildiğince herkesin anlayabileceği sadeliğe mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde getirilmesi ve insanlara ulaştırılması çok önemli ve her birisi kendi içerisinde zorluklar ihtiva eden süreçler. Birkaç kişinin altından kalkmasının mümkün olmadığı, ve ana akım medya kuruluşlarının inisiyatifine bırakılmaması gereken bu sorumluluk, İnternet sayesinde imece usulü sırtlanılabilir. Sosyal medyanın bu yönde doğru kullanımına ilişkin örnek olarak bir yüksek lisans öğrencisi olan Ahmet Yükseltürk’ün Bilim ve Teknik konusunu sosyal medyada gündeme getirişi (http://tinyurl.com/yukselturk-BvT), bir akademisyen olan M. Kaan Öztürk’ün bu konuyu günlüğünde ele alması (http://tinyurl.com/ozturk-BvT) verilebilir. Bu örneklerin zaman içerisinde artması ve daha fazla kişinin inisiyatif alması, toplumun bilgi anlamında kendi kendini finanse eder bir yapıya kavuşması, şüphesiz İnternet’in en büyük hizmetlerinden birisi olacaktır.

***

Bu yazıda WikiLeaks’ın ortaya çıkardığı belgelerden yola çıkarak (1) Türkiye’deki siyasi sığlığın ve kutuplaşmanın nasıl algılandığını, (2) şirket çıkarlarının yasama ve yürütmeyi ne kadar derinden etkileyebildiğini, (3) genetiği değiştirilmiş gıdalar ile ilgili düzenlemeler gibi doğrudan halk sağlığını ilgilendiren kararların halkın aleyhine neticelenmesi için Türkiye’nin bilim kurumunun uluslararası çıkarlara nasıl alet olabildiğini gösteren örneklere yer vermeye çalıştık.

Mesajımızın yerine doğru şekilde ulaşmasını ümit ediyoruz.
 
 
 

Yazarlar

Baybars Külebi

Lisans ve yüksek lisansını fizik alanında tamamladıktan sonra, doktorasını astronomi üzerine yaptı. Şu an doktora sonrası araştırmacı olarak İspanya’da teorik yıldız fiziği üzerine çalışmakta (bkulebi / gmail.com).

A. Murat Eren

Bilgisayar bilimleri alanında doktora sahibi. Mikrobiyal ekoloji alanındaki çalışmalarını doktora sonrası araştırmacı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdürüyor (a.murat.eren / gmail.com).

 
 
 

Yazarlar, İstem Fer’e yazının redaksiyonu konusunda verdiği titiz gönüllü destekten ötürü teşekkürü borç bilirler.

27/10/2011

Yazıya Facebook Üzerinden Yapılan Yorumlar

7 Yorum Daha

  1. Ellerinize sağlık.
     
    Birkaç şey eklemek istedim.
     
    Cablegate içerisinde ABD büyükelçiliğinin 2008, 2009, 2010 yılları için Türkiye’den International Visitor Leadership Program’ına önerdiği adaylar:

     
    IVLP hakkında bilgi:

     
    Birçok devlet adamı bu programa devlet adamı olmadan önce katılmış:

    Burada din ile ilgili kimler çağırılmış onu merak ettim:

    • Mehmet Görmez, Diyanet İşleri Başkanı.
    • Marmara Üniversitesi’nden Hülya Alper var.

    Hülya Alper hakkında araştırma yaparken WISE (The Women’s Islamic Initiative in Spirituality and Equality) adlı bir kuruluşta ismi geçtiğin gördüm:

    http://www.wisemuslimwomen.org/muslimwomen/bio/hulya_alper/

    WISE’ı kim destekliyor diye baktım:

    • Rockefeller,
    • MDG3 FUND,
    • UNFPA,
    • The Sister Fund,
    • The Rockefeller Brothers Fund,
    • Henry Luce Foundation.

    Ana destekçiler arasında Müslüman birileri yok.

    Organizasyonla ilgili biraz daha araştırma yaptım. Çözmek istedikleri mevzular:

    http://www.wisemuslimwomen.org/currentissues/

    Aralarında haklı oldukları meseleler var. Ama bir de kafa karıştırıcı amaçları var. Mesela karışık namazı ve kadınların bu karışık cemaate imam olabileceğini savunuyorlar. ABD’de bu şekilde namaz kıldıran Emine Vedud WISE’ın sitesinde Müslüman kadın olarak geçiyor:

    http://www.wisemuslimwomen.org/muslimwomen/bio/amina_wadud/

    Türkiye’den seçtikleri Müslüman kadınları şuradan görebilirsiniz:

    http://www.wisemuslimwomen.org/muslimwomen/summary/country-search/Turkey

    Diğer ülkelerden de seçtikleri kadınlar var.

    Türkiye’deki listede listede Beyza Zapsu da var. Onun ilgili de daha önce başı açık namaz kılma, karışık namaz kıldırma gibi haberlerin çıktığını görüyoruz, ne kadar doğru, sonradan yalanlandı mı bilmiyorum:

    http://www.milliyet.com.tr/2006/01/24/son/sonsiy19.asp

    WISE 14-17 Ekim arasında İstanbul’da üçüncü uluslararası konferansını düzenledi. Today’s Zaman’da çıkan değerlendirme yazısı:

    http://www.todayszaman.com/news-260691-wise-muslim-women-shatter–stereotypes-at-istanbul-conference.html

    Türkiye’deki medya kuruluşlarında WISE hakkında bir tek şu yazıyı buldum:

    http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/18758223.asp

    Neler düşünüyorsunuz? IVLP’ye çağırılan diğer insanları incelemek lazım.

  2. aykan

    Murat bu filmde ülkenin büyük bir mısır üreticisinin yaptıkları üzerine gelişen olylar anlatılıyordu. Tam da senin bahsettiğin konular.Belki yararlanırsın.Çok güzel bir dergi olacak.Takip edeceğim.

    http://www.imdb.com/title/tt1130080/  

  3. Pingback: Türkler, WikiLeaks sızıntıları karşısında üç maymunu oynuyor! | Işıl Öz

  4. Pingback: This Week in the Press: 27 October – 2 October, 2011

  5. Pingback: GDO’ya HAYIR Paneli 19.11.2011 « mithatmarul

  6. Pingback: Meren'in Fotoğraf Günlüğü » Blog Archive » Altın Otu ile Gelecek Planları

  7. Pingback: KUŞKU TÜCCARLARI | Açık Bilim - Aylık Çevrimiçi Bilim Dergisi

Bu Yazıya Yorum Bırakın / Leave a Comment: